Thursday, December 30, 2010

Elif Safak, Ask, Yazar/Eser Iliskisi

Bu somestir tatilini edebi acidan oldukca verimli gecirdigimi dusunuyorum. Ya da edebi degil de akademik olmayan okumalar acisindan desem belki de daha dogru olur. Basucumdaki kitap sayisi en son 3 muydu 4 muydu hatirlamiyorum. Galiba aradigim akiciligi bulamadagim icin bu kadar cok kitap birikmisti basucumda. Tatile girince oncelikle Elif Safak'in uzun zamandir surunen "Mahrem" kitabini bitirdim. Her ne kadar baslarda sIkIcI bulsam da sonlara dogru beni icine cekmisti kitap. Kafamda kurguladigim goruntuler pat diye yikiliveriyordu yazarin kurgusuyla. Nazar sozlugu ilginc bir sekilde kelimelerin kaliplarin dunyasina cekiyordu beni. Ayciceginin gunese olan aski beni en cok etkileyenlerden biri oldu.

"ay çiçeği güneşe aşık olunca, gülmekten kırılmış bütün bitkiler. 'güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile ayrılmaz. kudretli ve ulaşılmazdır. sen kim, o kim. vazgeç bu sevdadan,' demişler hep bir ağızdan. ay çiçeği sesini çıkarmamış. sevdalı gözlerini dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış.
uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ay çiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. önce geçici bir heves sanmış ama zamanla yanıldığını anlamış. ay çiçeği öyle inatçıymış ki, güneş tahtını nereye taşıdıysa, yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını.

derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ay çiçeğini. daha ay çiçeğinin üzerinde simsiyah duman tüterken, insanlar akın etmişler olay mahaline. 'yaşasın!' demiş içlerinden biri. 'şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı.'

Sonra dusundum. Bazi yorelerimizde daha dogru bir adla anilir ay cicegi "gundondu" ya da "gunebakan". Neden "aycicegi" denmis? Neden illaki bazi seyleri degistirmeye calisiyoruz. Ve degistirdigimizde nedense tam zittini seciyoruz? Algilamamiz zitliklarla daha mi kolaylasiyor? Susam Sokagindaki "Minik Kus" mesela. Serinin orijinalinde "big bird" diye anilirken biz bir nevi ironi mi yapiyoruz. Saka anlayisimiz bundan mi ibaret? Yoksa gunese asik "Gundondu"yu ailesi zorla "ay" la mi evlendirmek istiyor? Belki de asktan kavrulmasin diyedir kim bilir?

Neyse gelelim asil meseleye. "Mahrem" bittikten sonra sira geldi "Ask" a. Kisa surede okuyup bitirdim kitabi. Cok guzel oldugundan, elimden birakamadigimdan falan degil, o da surunmesin elimde. Bir de su cok reklami yapilan kitap neyin nesiymis bir an once ogrenmek istedim. Mistisizm veya Mevlana'nin felsefesi ve hayati hakkindaki bilgim kulaktan dolma "guzel sozlerden alintilari" gecmeyecegi icin bu konuda ahkam kesemem. Ne kadari dogru, ne kadari kurgu fikir yurutemem. Sadece umarim ki kurgu yonu daha agir bassin ki, yazar ortaya birsey koymus olsun. Ama bu kitabi okurken birsey farkettim. Onceden kitap okurken (edebi veya akademik) hep yaziyi yazarindan soyutlarmisim. Bunu kim yazmis, bunu yazan ne yaparmis diye merak etmezdim. Sanki yazar ve eser ayri boyuttalardi benim icin. Keske oyle kalmaya devam etseymis. Keske Elif Safak hakkinda hic bisey bilmeseydim. Eyup Can diye bi adamla evli oldugunu bilmeseydim. Dinler arasi diyalog diye bi safsatanin icinde yer aldiklarini bilmeseydim. Kocasinin "hello baby" twitter mesajini gormeseydim. Populer kitaplarindan ne kadar cok para kazandigini bilmeseydim. Twitter'da siradan insanlar gibi ondan bundan alintilar yaptigini gormeseydim. Hatta Mark Twain den dedigi alinti Nietzsche'den oldugunu hic bilmeseydim (Kaynak Eksisozluk). Ayse Arman'la roportajini okumayip, fotograflarini gormeseydim. Belki o zaman daha bir askla okurdum Ask'i. Belki o zaman ben de onyargilarimdan soyunup cirilciplak cikardim meydana. Anlattigi her hikayeyle hafif birsey alirdim uzerime. Belki o zaman gercekten Allah askinin dinler otesi, boyutlar otesi birsey oldugunu dusundugune inanirdim Elif Hanim'in. Icindeki populerlik, birilerine yaranma gayesi gutmedigini sadece bir kurgu yaratip beni de o kurguyu dikkatle seyreden iki goz yapmaya calistigina inanirdim. Sonunda koydugu dini sembollerle "bak bu mesaji veriyorum. Sen aptalsindir, belki anlayamamissindir" dememistir canim derdim. Sanirim bu kitapla Elif Safak yolculuguma simdilik ara veriyorum. Bekle beni Amin Maoluf. Sana geri donuyorum...

Tuesday, November 3, 2009

Tarih Mufredati ve Milliyet Arsiv

Uzunca bir suredir kafami kurcalayan bir soruyu (veya sorunu) paylasmak istiyorum bu blogumda. Turkiye'de tarih mufredati neden 1930'larda biter? Ikinci Dunya Savasi'ndan bile dogru duzgun soz edilmez. Tek soylenen sey itilaf devletleri sunlar, ittifak devletleri bunlar, biz de zaten savasa katilmadik. Bitti tarih dersi. Tarih mufredati sarmal bir mufredattir. Yani ayni konular giderek zorlasan (karmasiklasan) bir sekilde cesitli donemlerde yeniden ogrenilir. Yani ilkokul 5'te Sosyal Bilgiler daha sonra Orta 3 ve Lise 3'te Inkilap Tarihi adiyla ayni seyler ogrenilir (ya da ezberlenilir mi demeliyim). Bunda kotu olan herhangi birsey yok. Hatta ogrenci acisindan yararli bile olabilir. Benim takildigim nokta yakin sayilabilecek tarihin hic bir zaman ogretilmemesidir. 1950'lerden 1960'lardan hic soz edilmez lise mufredatinda. Eger gecmisten ders cikarmak ise amac tam da bu noktada yakin tarihten soz etmek gerekmez mi? Universite seviyesinde biraz soz edilir bu donemlerden ama bu da oyle bir tarih anlayisina alisik olmayan bunyelerimizde kivranmalara, yanmalara sebep olur. 

Aslinda bu konuda tekrar dusunmemi saglayan Milliyet gazetesinin arsivini online yayinlamaya baslamasiydi. 1950'den gunumuze butun haberleri okuyabilirsiniz. Yani, tarihi Kemal Kara'dan degil de donemin olaylarini direk anlatan, 1. el kaynak diyebilecegimiz gazetelerden arastirmak muthis bir tarih odevi olmaz miydi? Elbette tek kaynak Milliyet gazetesi ise olaylara bakis acisinin yanli olabilecegini goz onunde bulundurmak zorundayiz ama yine de baslamak icin iyi bir nokta oldugunu dusunuyorum. Istanbul Basin Kutuphanesi'nde 1924'ten gunumuze basilmis butun gazeteler bulunmakta. Boyle bir kaynaga ulasmak Turkiye'nin diger yerlerinde yasayan ogrenciler icin imkansiz oldugu icin, ben Milliyet'in bu girisimini iyi bir baslangic olarak goruyorum. Belki bir gun Basin Muzesi de online olur biz de yakin tarihimizi 1. el kaynaklari kendi suzgecimizden gecirip ogrenebilir ve ogretebiliriz. Tesekkurler Milliyet Arsiv. 

Wednesday, July 1, 2009

Ames Gercek mi?

Yasadigim yerle ilgili bu yazi yazmamin sebebi gercekten de su siralar bu soruyu kendime sik sik soruyor olmamdir. Orta Amerika'nin ortasinda kucuk bir ogrenci kasabasi, Ames. Cogu zaman sikici olabilecek kadar kucuk. Yakin cevrede de pek oyle gunu birlik gidilip gorulecek Hollywood tarzi Amerikan sehirleri yok. Bu acidan herkesin oldukca sikayetci oldugu bir yer. Ama, beni bu aralar sikiciligindan cok "gercek disiligi" buyuluyor bu sehrin. "Gercek disi" derken sanki boyle bir film setinde yasiyormus gibiyim. Hersey cok duzenli, cok temiz ve herkes cok saygili. Bu sabah okula geldigim otobus soforunun "gunaaydiin" deyisini keske kaydedip buraya koyabilseydim. Ne demek istedigim daha net anlasilabilirdi. Temizlikcisinden, mudurune, memurundan tezgahtarina herkes yaptigi isten mutlu gorunuyor. Yani en azindan gulumsuyor. Biz dogulu kollektif toplumlar bunu genelde "yapmacik" olarak degerlendiririz. Onlar aslinda cok soguk insanlar, yalanciktan guluyorlar deriz. Sabah sabah karsimda "samimi asik" bir yuz yerine "mesafeli gulumseyen" yuzu tercih ederim sanirim.  Ayrica bunun Amerika'ya degil, Ames'e ozgu birsey oldugunu dusunuyorum.  Her ne kadar fazla bir yer gormedigim icin yaptigim bu karsilastirma cok bilimsel (?) olmasa da en azindan gorduklerim bana Ames'in "olagan disi" oldugunu birer birer gosterdiler. Birgun birilerinin de benim memleketim hakkinda boyle bir yazi yazmasi dilegiyle iyi hayaller sayin okuyucu...


Friday, June 19, 2009

Masumiyet Muzesi-Orhan Pamuk

Bu yaz Orhan Pamuk'a bir sans daha vermek istedim. Bir sans daha diyorum cunku lise yillarinda Yeni Hayat'i okumak icin elime alip 10 sayfa sonra falan birakmistim. Cunku hic birsey anlamiyordum. Ondan sonra da Orhan Pamuk hakkindaki goruslerim sadece ordan burdan duyduklarimla (belki de tutarsiz bir sekilde) sekillendi. Bir konuda fikir sahibi olabilmenin en iyi yolun onu birinci el kaynaktan ulasmanin oldugunu bildigim icin bir sans daha verdim bu yaz Orhan Pamuk'a. 
10 gun gibi kisa sayilabilecek bir surede okudum kitabi. Bunun bircok sebebi olabilir: yapacak baska bir sey yoktu, uzun suredir okumuyordum (ozlemistim kitap okumayi), kitap akiciydi, sonunda ne olacagini merak ediyordum. Ve evet Orhan Pamuk 586 sayfa kitabi okutmustu. Kitabin konusuyla ilgili bilgi vermek istemiyorum burda. Zira onu bir suru yerde bulabilirsiniz (ki bence en iyi kaynak eksisozluk). Fakat Pamuk'un tarzina gelirsek, biraz zorlama olmus gibi geldi bana. Yani 600 sayfa yazacagim diye gereksiz yere uzatilmis, tekrarlanmis cumleler. Evet cogu kez "ben bu cumleyi okumamis miydim" dedim kendi kendime. Sanki geri donup okumamis gibi yazdiklarini. Hani boyle kafasinda kaliplar hazirlamis da aklina geldikce oraya buraya sokusturmus gibi onlari. 
Yazarligin yani sira ticari zekasi da ortaya cikiyor Orhan Pamuk'un bence. Kitabin sonunda baska bir kitabina atifta bulunuyor. Cunku bundan sonra ne okuyayim diye dusunuyor oluyorsun o sirada ve Pamuk sana bunun cevabini veriveriyor oracikta. Masumiyet Muzesi'nin sonunda da Kar'a atifta bulunuyor. Ben de merak edip ona basladim simdi ama Ingilizce oldugu icin cok hizli ilerleyemiyorum ama yine de fena degil. Kim bilir belki bir blog postu da ona ayiririm. Bu arada romanda sozu edilen gunluk yasamin sergilendigi masumiyet muzesi Istanbul 2010 Avrupa Kultur Baskenti Ajansinin destegiyle Cukurcuma'da kurulacakmis. Merak edenlere duyurulur. 
Ha bu arada Orhan Pamuk'a bir sans daha vermis olmaktan mutluyum...

Thursday, May 21, 2009

Shakespeare, Can Yucel ve Gunumuz...

Ilk defa universitede aldigim Ingiliz Edebiyati'nda okudugum William Shakespeare'in 66. sonesi, Can Baba'nin muhtesem cevirisiyle yuzyillar oncesinden "bugunumuzu" tarif eden mukemmel bir siir. 




Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancların en seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken bozulmuş mertlik,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.




Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.


Thursday, May 14, 2009

Benim kimligim bana yabanci...

Gecenlerde pasaport degistirmek icin, 4 yildir cok narin kullandigim nufus cuzdanima soyle bir baktim ve kim oldugumu gosteren bu belgenin aslinda bana ne kadar da yabanci oldugu bir kez daha tokat gibi suratima carpti. Yillarca butun resmi belgelere ezbere yazdigim   nufusa kayitli oldugu il, ilce kisminda tamamen yabanci oldugum seyler var. Ve o belge benim kim oldugumu ispat ediyor. Bu ne yaman celiski boyle dememek icten bile degil. Biriyle hayatini birlestirdin diye herseyinle (soyadin, kutugun sadece bir kac ornek)  onun himayesi altina girmek ne kadar da sacma. Ama zaten birlikte olabilirliginizligi resmi makamlarin onaylama geregi sacmaligin cikis kaynagi aslinda. Bir blog postuyla cozulebilecek bir problem de degil zaten...

Sunday, April 5, 2009

Pazar Sendromu

Genelde Pazartesi sendromundan soz edilir. Yaptigim kisacik arastirmada bunu kanitlamis durumda. Her ne kadar genelde bloglardan olussa da pazartesi sendromundan soz eden bir suru web sitesi cikiveriyor karsimiza. Benim pazartesiyle degil de genel de pazar gunleriyle bir problemim var. Bunun nedenleri uzerine azicik kafa yorunca cocukluguma ve ilk gencligime donmus buluyorum kendimi (Freud'cu bir yaklasim mi bu). Pazar gunlerini cocukken sevmemin en buyuk sebebi tek kanalli gunlerdi galiba. Cuma ve Cumartesi'nin guzelim Turk filmleri ve Mavi Ay gibi hepimizi televizyon basina kilitleyen gunlerin tam aksine pazar gunu tam bir iskenceydi. Ogleden sonra yayinlanan pazar konseri ve butun gun mac ve spor disinda birsey olmamasi cocuk bedenimin sikintiyla dolmasina sebep olurdu. Biraz daha buyuyunce daha aci bir yani cikti pazar gunlerinin. Liseyi iki yil boyunca (ayni sehirde oturmama ragmen) yatili okumam sancili pazar gunlerinin acisini ikiye katlamisti. Pazar gunu saat 5'te okulda olup, ondan sonraki 5 gunu kilitli kapilar ardinda gecirecek olmam pazar gunlerimi gozumu acmaya korkar olmama sebep olmustur. Sabah uyandigimda demir ranzayi gormekten korktugum icin bir sure acmazdim gozlerimi. Dusunurdum nerdeyim, bugun gunlerden ne diye? Iste bu yuzdendir pazar gunleri hala buruk uyanisim, iste bu yuzdendir pazar gunlerinden nefret etmem. Her ne kadar tatilmis gibi gorunse de icimin rahat etmedigi, surekli kafamin icinde beynimi yiyen bir ses barindiran gundur pazar. Iyi pazarlar sevgili okurlar...
Not: Yatili okul tamamen kotu bir deneyim degildi. Beni ben yapan, tek basima ayakta durmayi ogrendigim yerdir. Bu hikayeleri bir baska bloguma sakliyorum...