Tuesday, November 3, 2009

Tarih Mufredati ve Milliyet Arsiv

Uzunca bir suredir kafami kurcalayan bir soruyu (veya sorunu) paylasmak istiyorum bu blogumda. Turkiye'de tarih mufredati neden 1930'larda biter? Ikinci Dunya Savasi'ndan bile dogru duzgun soz edilmez. Tek soylenen sey itilaf devletleri sunlar, ittifak devletleri bunlar, biz de zaten savasa katilmadik. Bitti tarih dersi. Tarih mufredati sarmal bir mufredattir. Yani ayni konular giderek zorlasan (karmasiklasan) bir sekilde cesitli donemlerde yeniden ogrenilir. Yani ilkokul 5'te Sosyal Bilgiler daha sonra Orta 3 ve Lise 3'te Inkilap Tarihi adiyla ayni seyler ogrenilir (ya da ezberlenilir mi demeliyim). Bunda kotu olan herhangi birsey yok. Hatta ogrenci acisindan yararli bile olabilir. Benim takildigim nokta yakin sayilabilecek tarihin hic bir zaman ogretilmemesidir. 1950'lerden 1960'lardan hic soz edilmez lise mufredatinda. Eger gecmisten ders cikarmak ise amac tam da bu noktada yakin tarihten soz etmek gerekmez mi? Universite seviyesinde biraz soz edilir bu donemlerden ama bu da oyle bir tarih anlayisina alisik olmayan bunyelerimizde kivranmalara, yanmalara sebep olur. 

Aslinda bu konuda tekrar dusunmemi saglayan Milliyet gazetesinin arsivini online yayinlamaya baslamasiydi. 1950'den gunumuze butun haberleri okuyabilirsiniz. Yani, tarihi Kemal Kara'dan degil de donemin olaylarini direk anlatan, 1. el kaynak diyebilecegimiz gazetelerden arastirmak muthis bir tarih odevi olmaz miydi? Elbette tek kaynak Milliyet gazetesi ise olaylara bakis acisinin yanli olabilecegini goz onunde bulundurmak zorundayiz ama yine de baslamak icin iyi bir nokta oldugunu dusunuyorum. Istanbul Basin Kutuphanesi'nde 1924'ten gunumuze basilmis butun gazeteler bulunmakta. Boyle bir kaynaga ulasmak Turkiye'nin diger yerlerinde yasayan ogrenciler icin imkansiz oldugu icin, ben Milliyet'in bu girisimini iyi bir baslangic olarak goruyorum. Belki bir gun Basin Muzesi de online olur biz de yakin tarihimizi 1. el kaynaklari kendi suzgecimizden gecirip ogrenebilir ve ogretebiliriz. Tesekkurler Milliyet Arsiv. 

Wednesday, July 1, 2009

Ames Gercek mi?

Yasadigim yerle ilgili bu yazi yazmamin sebebi gercekten de su siralar bu soruyu kendime sik sik soruyor olmamdir. Orta Amerika'nin ortasinda kucuk bir ogrenci kasabasi, Ames. Cogu zaman sikici olabilecek kadar kucuk. Yakin cevrede de pek oyle gunu birlik gidilip gorulecek Hollywood tarzi Amerikan sehirleri yok. Bu acidan herkesin oldukca sikayetci oldugu bir yer. Ama, beni bu aralar sikiciligindan cok "gercek disiligi" buyuluyor bu sehrin. "Gercek disi" derken sanki boyle bir film setinde yasiyormus gibiyim. Hersey cok duzenli, cok temiz ve herkes cok saygili. Bu sabah okula geldigim otobus soforunun "gunaaydiin" deyisini keske kaydedip buraya koyabilseydim. Ne demek istedigim daha net anlasilabilirdi. Temizlikcisinden, mudurune, memurundan tezgahtarina herkes yaptigi isten mutlu gorunuyor. Yani en azindan gulumsuyor. Biz dogulu kollektif toplumlar bunu genelde "yapmacik" olarak degerlendiririz. Onlar aslinda cok soguk insanlar, yalanciktan guluyorlar deriz. Sabah sabah karsimda "samimi asik" bir yuz yerine "mesafeli gulumseyen" yuzu tercih ederim sanirim.  Ayrica bunun Amerika'ya degil, Ames'e ozgu birsey oldugunu dusunuyorum.  Her ne kadar fazla bir yer gormedigim icin yaptigim bu karsilastirma cok bilimsel (?) olmasa da en azindan gorduklerim bana Ames'in "olagan disi" oldugunu birer birer gosterdiler. Birgun birilerinin de benim memleketim hakkinda boyle bir yazi yazmasi dilegiyle iyi hayaller sayin okuyucu...


Friday, June 19, 2009

Masumiyet Muzesi-Orhan Pamuk

Bu yaz Orhan Pamuk'a bir sans daha vermek istedim. Bir sans daha diyorum cunku lise yillarinda Yeni Hayat'i okumak icin elime alip 10 sayfa sonra falan birakmistim. Cunku hic birsey anlamiyordum. Ondan sonra da Orhan Pamuk hakkindaki goruslerim sadece ordan burdan duyduklarimla (belki de tutarsiz bir sekilde) sekillendi. Bir konuda fikir sahibi olabilmenin en iyi yolun onu birinci el kaynaktan ulasmanin oldugunu bildigim icin bir sans daha verdim bu yaz Orhan Pamuk'a. 
10 gun gibi kisa sayilabilecek bir surede okudum kitabi. Bunun bircok sebebi olabilir: yapacak baska bir sey yoktu, uzun suredir okumuyordum (ozlemistim kitap okumayi), kitap akiciydi, sonunda ne olacagini merak ediyordum. Ve evet Orhan Pamuk 586 sayfa kitabi okutmustu. Kitabin konusuyla ilgili bilgi vermek istemiyorum burda. Zira onu bir suru yerde bulabilirsiniz (ki bence en iyi kaynak eksisozluk). Fakat Pamuk'un tarzina gelirsek, biraz zorlama olmus gibi geldi bana. Yani 600 sayfa yazacagim diye gereksiz yere uzatilmis, tekrarlanmis cumleler. Evet cogu kez "ben bu cumleyi okumamis miydim" dedim kendi kendime. Sanki geri donup okumamis gibi yazdiklarini. Hani boyle kafasinda kaliplar hazirlamis da aklina geldikce oraya buraya sokusturmus gibi onlari. 
Yazarligin yani sira ticari zekasi da ortaya cikiyor Orhan Pamuk'un bence. Kitabin sonunda baska bir kitabina atifta bulunuyor. Cunku bundan sonra ne okuyayim diye dusunuyor oluyorsun o sirada ve Pamuk sana bunun cevabini veriveriyor oracikta. Masumiyet Muzesi'nin sonunda da Kar'a atifta bulunuyor. Ben de merak edip ona basladim simdi ama Ingilizce oldugu icin cok hizli ilerleyemiyorum ama yine de fena degil. Kim bilir belki bir blog postu da ona ayiririm. Bu arada romanda sozu edilen gunluk yasamin sergilendigi masumiyet muzesi Istanbul 2010 Avrupa Kultur Baskenti Ajansinin destegiyle Cukurcuma'da kurulacakmis. Merak edenlere duyurulur. 
Ha bu arada Orhan Pamuk'a bir sans daha vermis olmaktan mutluyum...

Thursday, May 21, 2009

Shakespeare, Can Yucel ve Gunumuz...

Ilk defa universitede aldigim Ingiliz Edebiyati'nda okudugum William Shakespeare'in 66. sonesi, Can Baba'nin muhtesem cevirisiyle yuzyillar oncesinden "bugunumuzu" tarif eden mukemmel bir siir. 




Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancların en seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken bozulmuş mertlik,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.




Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.


Thursday, May 14, 2009

Benim kimligim bana yabanci...

Gecenlerde pasaport degistirmek icin, 4 yildir cok narin kullandigim nufus cuzdanima soyle bir baktim ve kim oldugumu gosteren bu belgenin aslinda bana ne kadar da yabanci oldugu bir kez daha tokat gibi suratima carpti. Yillarca butun resmi belgelere ezbere yazdigim   nufusa kayitli oldugu il, ilce kisminda tamamen yabanci oldugum seyler var. Ve o belge benim kim oldugumu ispat ediyor. Bu ne yaman celiski boyle dememek icten bile degil. Biriyle hayatini birlestirdin diye herseyinle (soyadin, kutugun sadece bir kac ornek)  onun himayesi altina girmek ne kadar da sacma. Ama zaten birlikte olabilirliginizligi resmi makamlarin onaylama geregi sacmaligin cikis kaynagi aslinda. Bir blog postuyla cozulebilecek bir problem de degil zaten...

Sunday, April 5, 2009

Pazar Sendromu

Genelde Pazartesi sendromundan soz edilir. Yaptigim kisacik arastirmada bunu kanitlamis durumda. Her ne kadar genelde bloglardan olussa da pazartesi sendromundan soz eden bir suru web sitesi cikiveriyor karsimiza. Benim pazartesiyle degil de genel de pazar gunleriyle bir problemim var. Bunun nedenleri uzerine azicik kafa yorunca cocukluguma ve ilk gencligime donmus buluyorum kendimi (Freud'cu bir yaklasim mi bu). Pazar gunlerini cocukken sevmemin en buyuk sebebi tek kanalli gunlerdi galiba. Cuma ve Cumartesi'nin guzelim Turk filmleri ve Mavi Ay gibi hepimizi televizyon basina kilitleyen gunlerin tam aksine pazar gunu tam bir iskenceydi. Ogleden sonra yayinlanan pazar konseri ve butun gun mac ve spor disinda birsey olmamasi cocuk bedenimin sikintiyla dolmasina sebep olurdu. Biraz daha buyuyunce daha aci bir yani cikti pazar gunlerinin. Liseyi iki yil boyunca (ayni sehirde oturmama ragmen) yatili okumam sancili pazar gunlerinin acisini ikiye katlamisti. Pazar gunu saat 5'te okulda olup, ondan sonraki 5 gunu kilitli kapilar ardinda gecirecek olmam pazar gunlerimi gozumu acmaya korkar olmama sebep olmustur. Sabah uyandigimda demir ranzayi gormekten korktugum icin bir sure acmazdim gozlerimi. Dusunurdum nerdeyim, bugun gunlerden ne diye? Iste bu yuzdendir pazar gunleri hala buruk uyanisim, iste bu yuzdendir pazar gunlerinden nefret etmem. Her ne kadar tatilmis gibi gorunse de icimin rahat etmedigi, surekli kafamin icinde beynimi yiyen bir ses barindiran gundur pazar. Iyi pazarlar sevgili okurlar...
Not: Yatili okul tamamen kotu bir deneyim degildi. Beni ben yapan, tek basima ayakta durmayi ogrendigim yerdir. Bu hikayeleri bir baska bloguma sakliyorum...

Sunday, March 22, 2009

21 Mart


Baharin gelisini simgeleyen, Cografya derslerinden aklimizda kalan yegane bilgi olan gece-gunduz esitliginin disinda bir ozelligi var 21 Mart'in bizim icin. Yegenim Deniz'in aramiza katildigi gun. 11 yasina girdi bu sene. Halbuki benim icin hala kendini fasulye gibi nimetten sayarcasina karsimiza dikilip, bir bayram edasiyla onu karsilamamizi bekleyen, yarim yamalak konusmasiyla "ben geldim" diyen bi bebek. Dusunuyorum da sunun surasi 7 yil sonra universiteli olacak. 7 yil nedir ki? Goz acip kapayincaya kadar gecer. Buraya geleli 4 yil oldu bile. Eminim o 7 yil da o kadar cabuk gececek. Herkes is guc telasi icindeyken bir suru hayat akip gececek, yenileri eklenecek, acilar, mutluluklar yasanacak. Ama hepsi cok cabuk olacak. Ne oldugunun farkina bile varamayacagiz.  Bugunlerde fazlaca sorar oldum kendime: insan buyudukce zaman daha mi hizli akiyor? Aksam ezani okunana kadar sokaklarda oynarken ne kadar cok sey sigdiriyorduk kucucuk hayatlarimiza? Simdi ne yapiyoruz? Git, gel, ye, uyu. Kuzenimin bebegi oldugunda Muslum "eats, poops, sleeps" gibi bi yorum yapmisti. Hayat da zamanla ayni dongu icersine mi giriyo acaba? Orta yaslarda sadece "calis" ekliyorsun. Daha sonra en basa yeniden donuyorsun: eat sleep poop...

Neyse konuyu fazla saptirmayip asil konumuza geri donelim . 

Canim, Denizim, ilk goz agrim, 
Dogum gunun kutlu olsun. Hayat sana hep guzellikler getirsin. Baharin gelisini mujdeleyen dogdugun gun sana hep mutlu yarinlar mujdelesin. 

Friday, March 20, 2009

Mutluluk...

Mutluluk... Cogu zaman sadece kredi karti borclarinin ya da ordan burdan gonderilen reklamlarin ciktigi posta kutusundan cikan guzel bir kartpostaldir...



Mutluluk... Kucucuk ellerin (ya da senin en son kucucukken gordugun) yazdigi, susledigi aklimizdasiniz diyen bir kartpostaldir. 





Evet basliyorum...

Ne zamandir aklimda olan, ama bir turlu uygulamaya koyamadigim "blog" hayatima bugun resmen baslamis bulunuyorum. Oncelikle bana bu konuda (direk olarak olmasa bile) onculuk eden arkadasim Evrim'e tesekkur edeyim. Her ne kadar Evrim, bu konuda beni tetikleyen kisi olsa da, bugun baslamamin en buyuk sebebi heralde yeni baslamis oldugum yabanci dil egitiminde blog kullanimi oldu. Yani bu konuyu arastiriyorum ama yaptiklarim, yasadiklarim uzerine daha cok dusunmemi saglayacak blogum yoktu. Uzun lafin kisasi, bu nedenlerle basladim yazmaya ve umarim yuzumu kara cikarmam ve devamini getiririm. 

Slumdog Millionaire 

Danny Boyle ve Loveleen Tandan tarafindan yonetilen Slumdog millionaire Hindistan'in arka sokaklarinda yetisen bir gencin bizdeki "Kim 500 milyar ister" adli yarismaya katilmasi ve butun sorulari bilmesiyle basina gelen olaylari anlatan bir film. 8 dalda Oskar almis (kaynak:imdb). Filmi izlerken aslinda ne kadar da bizim hikayemizi anlattigini dusundum. Biraz din catismasi (ya da mezhep), Tarlabasi'nda ki daracik sokaklar ve icindeki gizem dolu yasamlar, biraz kardeslik, boka batma ugruna besledigimiz unlu hayranligi, ve ya kucuk yasimizda, ya bizim basimiza da gelirse diye korktugumuz (ya da ailelerimizin tehdit unsuru olarak kullandigi) Erol Tas hikayeleri. Demek ki hikaye hepimizin hikayesi. Yani ne zaman boyle bir film izlesem, aa Hintliler bize ne kadar cok benziyo, aa Meksikali'lar da ayni biz gibi, ya da su Afgan cocugun basina gelenler kim bilir bizim ulkemizde kac cocugun basina gelmistir diye dusunmeden edemiyorum. Yani o zaman akla su soru takiliyor. Madem bu bir Erol Tas /Sezercik hikayesi nasil oluyor da 8 Oscar odulu birden aliyor? O da hikayenin anlatilisi olsa gerek, ya da bir yerlerden Jamal'i batakligin icinden cekip cikaracak bir Nubar Terziyan cikmamasi, veya Ekrem Bora'nin Jamal'in babasi cikmasi gibi illaki de mutlu sonla bitirme kaygisi olmayisidir. Bu arada cocuk oyuncularin mukemmelligine deginmeden gecemeyecegim. 

Hikaye bizim hikayemiz, hikaye hepimizin hikayesi!!! Guzel anlatan yer seker, anlatamayan sumugunu ceker!!!

Iyi seyirler...

Filmin fragmanini izlemek icin buraya tiklayiniz